Zayıf İmanlı Kişinin Küfür Ortamına Eğilim Göstermesinin Başlıca Nedenleri

Kim imanından sonra Allah’a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır. Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah’ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir. Onlar, Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir. Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanlardır. (Nahl; 106-109)

Müminlerle birlikteymiş gibi göründüğü halde inkarcıların bulunduğu ortamlara eğilim gösteren kişiler her devirde, her müslüman topluluğunun arasından çıkmıştır. Bu tür kimseleri üç gruba ayırabiliriz:

- Mümin olup, yaşamını da Kuran’a göre düzenlediği halde hata ve gaflet sonucu geçici olarak bu tür bir eğilim gösteren kimseler;

- İslam diniyle yeni tanışıp da bilgi eksikliği nedeniyle Kurani yaşam tarzına tam olarak uyum gösterememiş, eski hayatından henüz gerçek manada kopamamış kimseler;

- Uzunca bir süredir müminlerle birlikte olduğu halde hayatını ve düşünce yapısını Kurani ölçülere göre düzenleyememiş, imani derinliği elde edememiş ve nefsinin kontrolünden çıkmayı başaramamış zayıf iradeli kişiler.

Bunlardan birinci gruba dahil olanlar, anlık olarak nefslerine uymaları sonucunda böyle bir hataya düşerler. Ancak uyarıldıktan ve yaptıkları hata kendilerine tarif edildikten sonra, tevbe edip Allah’tan bağışlanma dilerler. Aynı hatayı tekrarlamaktan da kaçınırlar. İkinci gruptakiler ise İslam’la yeni tanışmışlardır, ve dolayısıyla henüz eğitim aşamasındadırlar. Bu nedenle, samimi oldukları takdirde, gerekli dini bilgiyi edindikten sonra bu tür hataları tekrarlamamaları umulabilir. Ancak içinde bulundukları geçiş aşamasını bir fırsat olarak görmeye, kendilerine gösterilen esnekliği istismar etmeye çalışırlarsa, Allah katında son derece kötü bir konuma düşecekleri de kesindir.

Bu gruplar arasında ahiretleri açısından en tehlikeli konumda olanlar, bu kitapçığın da ana konusunu oluşturacak olan üçüncü gruptakilerdir. Bunlar o kadar zaman içerisinde edindikleri onca bilgiye, müminler arasında geçirdikleri uzun süreye rağmen, hala Kuran’da tanımlanan ihlaslı ve samimi mümin modeline kavuşamamışlardır. Bu nedenle de şeytanın ve nefslerinin kışkırtmalarına son derece açıktırlar. Ne yanlarında bulunan müminlerdeki güzel örneklerden istifade eder, ne de kendi hatalarından ibret alırlar. Çoğunlukla da kendilerinin haklı ve doğru yolda olduklarını zannedip, düzelmeyi, öğüt almayı gerektirecek bir durumları olmadığını sanırlar.

Kalplerinde köklü bir manevi değişiklik yapamadıkları takdirde, bu tür kimselerin müminlerin arasında fazla barınamayacakları Allah’ın kesin bir kanunudur. Kendi rızalarıyla müminler arasında kalmak isteseler dahi, Allah buna izin vermeyecektir. Çünkü bunlar nefslerinin fücurunu korumakta kararlıdırlar, içlerindeki pisliği temizlemeye yanaşmamaktadırlar. Allah ise kesin olarak pisi temizden ayıracağını vaadetmiştir:

Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırdedinceye kadar müminleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir... (Al-i İmran; 179)

Üç gruba ayırdığımız bu kişileri küfür ortamlarına girmeye ve küfürle birlikte olmaya yönelten de işte, nefslerinde barındırdıkları bu pislikler ve bunlardan kaynaklanan hastalık ve bozukluklardır. İlerleyen sayfalarda bu hastalıkları ve bozuklukları inceleyeceğiz.

Algı ve Mantık Bozukluğu: Küfrün “Süslü ve Çekici” Kılınması

İnsanı müminlerin arasından küfrün çirkin ortamına girmeye yönelten sebeplerin en önemlisi girişte de bahsettiğimiz “algı ve mantık bozukluğu”dur. Allah, tam anlamıyla iman eden, kendisine hiçbirşeyi ortak koşmayan samimi müminleri hem dünyada hem de ahirette rızasına, rahmetine ve nimetine kavuşturacağını Kuran’ın pek çok yerinde belirtmiştir. Allah’ın bu vaadine kavuşan resuller yine Kuran’ın birçok yerinde örnek gösterilirler. Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zülkarneyn, Hz. Yusuf, Allah’ın kendilerine güç, iktidar, mülk ve nimet verdiği bu üstün şahıslardandır:

Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.” dediler. Süleyman, Davud’a mirasçı oldu ve dedi ki: “Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür.” Süleyman’a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı. (Neml; 15-17)

Andolsun, biz Davud’a tarafımızdan bir fazl (üstünlük) verdik. “Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin” (dedik) ve kuşlara da (aynısını emrettik). Ve ona demiri yumuşattık. “Geniş zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime sok ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten ben, sizin yaptıklarınızı görenim” (diye vahyettik). Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükredenler azdır. (Sebe; 10-13)

Gerçekten, biz ona (Zülkarneyn) yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik ve ona her şeyden bir yol (sebep) verdik. (Kehf; 84)

(Zülkarneyn) Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkan), daha hayırlıdır....” (Kehf; 95)

İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki, orada dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız. Ahiretin karşılığı ise, iman edenler ve takvada bulunanlar için daha hayırlıdır. (Yusuf; 56,57)

Aynı şekilde, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa gibi birçok peygamber de kavimlerinin inkar edenleriyle bir süre mücadele ettikten sonra kendilerine tâbi olan salih müminlerle birlikte onlara üstün gelmişler, onların ardından yeryüzüne mirasçı olmuşlardır.

Allah böylece, önceki nesillerden örnekler verirken bugün yeryüzünde yaşayan salih müminleri de müjdelemektedir. Samimi ve ihlaslı müminler de Allah’ın bu vaadinin gerçekleşmekte olduğuna bizzat yaşayıp şahitlik etmektedirler. Bir yandan da Allah’ın sınırsız rahmetini daha da yayıp genişletmesini ummaktadırlar. İşte gerçekten iman etmiş halis müminler için Allah’ın yeryüzündeki kanunu budur, ahirette ise kendilerini çok daha üstün, hayırlı ve süreklisi beklemektedir.

De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Araf; 32)

Sonuç olarak Allah kendi yoluna ve rızasına uyan müminlere dünyada sahip olunabilecek her türlü mal, mülk ve nimeti vermiştir; bunu artıracağını da vaadetmiştir. Bunlar inkarcıların sahip olduklarından çok daha kaliteli, çok daha temiz, güzel, estetik ve zevk vericidir. Çünkü müminler her zaman seçici oldukları için, her şeyin en temizine, en iyisine sahip olma anlayışındadırlar.

Hal böyleyken bir kişinin, müminlere verilen bunca nimet ve bolluğa, rahmet ve berekete, seçkinlik ve üstünlüğe, yaşayarak şahit olduğu halde, küfrün tiksinti verici ortamlarına özenmesi, onların arasına girerek nefsine bir takım ucuz tatmin yolları araması onun iman boyutundan çok daha başka bir boyutta olduğunun göstergesidir. Böyle bir kişinin aklının tamamen örtüldüğü, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırdedemeyen, bütün algıları bozulmuş, şuuru kapanmış birisi haline dönüştüğü ortadadır. Zira küfrün bütün o olumsuz özelliklerine, Allah’ın nezdindeki durumuna rağmen, küfürde hala süslü, çekici, cazip bir yön bulması, şeytanın yandaşları olan inkarcıları kendisine yakın görmesi ve onlarla birlikte bulunmaktan bir rahatsızlık duymaması şaşırıp sapmışlığının açık bir göstergesidir:

Kötü olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel gören mi (Allah katında kabul görecek)? Artık şüphesiz Allah, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete eriştirir. Öyleyse, onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir. (Fatır, 8)

Bu korkunç durum kişiye ya daha sonradan musallat olur:

Bu, onların iman etmeleri sonra inkar etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar. (Münafikun; 3)

... ya da başından beri kalbinde gizleyip bir müddet mümin taklidi yaptıktan sonra açığa çıkıp gözler önüne serilir:

Size geldiklerinde: “İnandık” derler. Oysa onlar inkarla girmişlerdir ve yine onunla çıkmışlardır. Allah, gizli tutmakta olduklarını daha iyi bilir. (Maide; 61)

Ancak sonuç olarak her ikisinin de vardığı nokta aynıdır. Bu tür insanlara mühlet tanınması ve bunların bir süre müminlerin arasında tutunabilmeleri de elbette birçok ilahi hikmeti içinde barındırmaktadır. Bu hikmetlerden birkaçını kısaca sayabiliriz:

- Müminlerin bu durumdan ibret alıp Allah’ın azap ve saptırmasından kimsenin garantide olmadığını görerek benzer bir duruma düşmekten şiddetle kaçınmaları. Dolayısıyla Allah’tan olabildiğince korkup sakınmaları;

- Kendilerine imanı sevdirip küfrü çirkin gösteren Allah’a hamd ve şükürlerini arttırmaları;

- Hz. Süleyman’ın şeytanları dinin menfaatine kullanması gibi, Allah’ın, münafık karakterli bu kişileri de belli bir süre İslam’ın ve müminlerin yararına hizmet ettirmesi;

- Münafıkların bu şaşkınlık ve sapkınlıklarına müminlerin, şahit olmaları, münafıkların da böylece ahirette öne sürebilecek hiçbir haklı gerekçe ve mazeretlerinin kalmaması.

Cahiliyeden Bilinçaltında Kalmış Çeşitli İstek ve Komplekslerini Tatmin Etme Arayışı

- Cahiliyeden geldikten sonra geçmiş hayatını kökünden silip, “binasının temelini Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine” kuramamış bir insan, bilinçaltında hala cahiliyeye ait bazı karakter özellikleri ve eğilimler taşır. Bu insan, aslında cahiliye toplumunun putlarını kalbinden bütünüyle söküp atamamış, yalnızca bunların üstünü örtmüştür. Dolayısıyla, sözkonusu putların rağbet gördüğü cahiliye ortamına karşı içten içe bir özlem duyar. Çünkü bu putlarını tatmin edebileceği yegane ortam bu küfür ortamıdır. Bu ortamın ürünü olan; gece hayatı, romantizm, flört psikolojisi, maceracılık, kabadayılık ruhu gibi psikolojiler, güzellik ve zenginliğiyle övünme, gösteriş yapma gibi ilkel zevkler, uygun ortamı bulunca tekrar su üstüne çıkarlar.

-Bu tür bir insan, bilinçaltında taşıdığı bu cahiliye karakterini zaman zaman bilinçüstüne çıkarıp bunu uygulayabileceği uygun ortamlar kollar. Bu ortamların müminlerin bulunduğu ortamlar olamayacağı açıktır. Geriye kalan ise küfür ortamından başkası değildir. Özellikle imanla yeni tanışmış kimselerin bir kısmının bilinçaltlarında cahiliye döneminden taşımış olabilecekleri özellikleri, başlıklar altında inceleyebiliriz.

- Kendindeki bazı özelliklerden ötürü övünme, gösteriş yapma, insanlardan ilgi görme arzusu

Eski hayatlarında sahip oldukları bir takım maddi ve fiziksel özelliklerinden dolayı çevresindekilerin ilgi ve iltifatlarına alışık olan kimseler İslam’la tanıştıktan sonra, kimi zaman, müminlerden de bu ilgi ve iltifatları bekleyebilirler. Ancak, kendilerindeki bu—güzellik, yakışıklılık, popülerlik, zenginlik, sosyal statü, makam-mevki, vb. gibi—özelliklerden dolayı dışarıda gördükleri ilgi, iltifat ve hayranlığı müminlerin arasında aynı anlamda göremezler. Müminlerin övgü ve iltifatları şahsın kendisine değil, onda tecelli eden bu özelliklerin gerçek sahibine, yani Allah’a olacaktır. Kuran’a göre, “... Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır” (Bakara, 267)

Dolayısıyla ne müminlerin, ne de İslam’ın kimsenin güzelliğine, zenginliğine, zekasına, kariyerine ya da sosyal konumuna ihtiyacı yoktur. Müminler, insanları bu tür özelliklerine göre değil, takvalarına göre değerlendirirler. İnsanların değil ancak Allah’ın rızasını gözetmekle emrolunmuşlardır.

İnsanın övünmek, gösteriş yapmak için mutlaka belirgin fiziksel, maddi ya da sosyal özelliklere sahip olması da gerekmez. Her insanın nefsinde, herhangi bir konuda insanlara karşı hava atma, gösteriş yapma, övünme eğilimi potansiyel olarak mevcuttur. Nefsin fücurları arasında yer alan bu “övünme” duygusunu Allah, dünya hayatının ahirete bakmayan boş, aldatıcı, oyalayıcı, göz boyayıcı yüzünün özellikleri arasında sayar:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur... (Hadid; 20)

Müminlerin arasında Kurani bilgi ve terbiyeyi aldıktan ve nefsini tanıdıktan sonra, samimi bir mümin, övgü peşinde koşmanın gerçekte ne kadar basit ve küçük düşürücü, Allah katında ne kadar utanç verici olduğunu anlar ve bakış açısını ona göre düzeltir. İmanı kalbine tam olarak yerleştirememiş bir kişi ise, terkedemediği o eski cahiliye kafasıyla, nefsindeki övülme ve yüceltilme isteğini tatmin etme yolları arar. Bunun için küfrün arasına karışabileceği fırsatlar kollar. Bu şekilde gururunun okşanmasını, gerçekte Allah’a ait olan, fakat imani eksikliği sebebiyle kendisine malettiği özelliklerinden ötürü nefsinin yüceltilmesini ister. Dışarıda, “üzerine giydiğin çok yakışmış”, “çok yakışıklısın”, “çok güzelsin” şeklinde iltifatlarla karşılaştığında nefsi bundan büyük bir haz duyar, gururu okşanır. Müminlerin sevgi ve ilgisi ise insanların takvası ve Allah’a olan yakınlığı ile doğru orantılı olduğundan, bu ilgi ve sevgi onun nefsini tatmin etmeye yetmez.

Böyle bir kişi, nefsindeki gösteriş yapma, avami dille, “hava atma”, “trip atma” gibi ilkel cahiliye duygularını müminler arasında yaşatmaya çalışırsa, ne kadar komik ve acınacak hale düşeceğini bilir. Bu nedenle, bu hislerini yaşatabileceği en uygun ortam olarak küfür ortamını görür. Cahiliyeden kalma bu eğilimlerini tatmin edebilmek için nefsi onu küfür ortamlarına iter. Allah’ın din yolunda sarfetmesi için kendisine emanet ettiği mal, mülk, imkan ve serveti müminlerin arasında nefsani amaçlarla kullanamayacağının farkındadır. Bu yüzden, bu imkanları eline geçirdiğinde vaktinin büyük bir bölümünü küfrün arasında geçirmeye çalışır. Oysa, yalnızca Allah’ın emanetleri olan bu imkan ve nimetlerle küfrün arasında nefsini yüceltmeye çalışması, bunları heva ve hevesi doğrultusunda kullanması ruhuna sıkıntı vermekten ve günahını artırmaktan başka bir işe yaramaz.

Biraz etraflıca düşünüldüğünde bu ruh halinin, küfrün övgü ve iltifatlarından hoşnut olmak, ona değer vermek, onu ciddiye almak anlamına geldiği kolayca görülür. Oysa, Kuran’da, küfre sapanlar hakkında “kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır." (Araf; 179) hükmü zaten verilmiştir. Bu durumda, ayette bu kadar açık bir şekilde tarif edilen inkarcıların ilgi ve iltifatlarına değer vermek onları önemsemek çok yanlış, aynı zamanda da küçük düşürücü bir tavır olacaktır. Zira küfrün mümine iltifat etmesi, bir köpeğin ona yaltaklanmasından, yaranmaya çalışmasından daha kıymetli bir olay değildir. Hatta üstteki ayetin belirttiğine göre daha da değersizdir.

İnsan, gösteriş yaparken etrafındaki inkarcıların kendisini görüp takdir ettiklerini zanneder. Oysa bu şekilde yalnızca kendisini kandırır. Çünkü etrafında dolaşan insanların hangilerinin, “Onların yürüyecek ayakları var mı? Ya da tutacakları elleri mi var? Veya görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var... ... Onları sana bakar (gibi) görürsün, oysa onlar görmezler bile" (Araf; 195,198) ayetlerinde tarif edilen, insan şeklindeki ruhsuz et ve kemik görüntülerinden olup olmadığını bilemez.

- Tatilci ve maceracı ruhu sürdürme

İmanı tam olarak kalbine yerleştirememiş olanların bazıları da, cahiliyeden taşıdığı tatilci ve maceracı ruhu yaşatabilmek, heyecan ve yenilik aramak için küfrün arasına karışmaya fırsat kollar. Bu tip kimseler huzursuz, fırtınalı bir ruh haline sahip olduklarından, müminlerle rahatça biraraya gelebilecekleri ortamlarda daralıp rahatsız olurlar. Her fırsatta bir bahane bularak kendilerini dışarı atarlar. Cahiliyenin, Cumartesi şuraya gidilir, Pazar günü şöyle yapılır gibi klasik haftasonu ya da tatil sendromları da bu zihniyetin bir parçasını oluşturur.

Bu psikolojiye giren insan, kendisini, yaz geldiğinde tatile gitmek ya da hafta sonu olduğunda eğlence yerlerine sürüklemek yönünde şartlamıştır. Bunu büyük bir hedef haline getirir ve bu hedefe ulaşmadıkça da rahatlayamayacağını düşünür. Oysa gerçek bir müminin böyle zaafları yoktur. Çünkü onun için en büyük hedef, Allah’ın rızasını kazanmak, O’na yaklaşmak, O’na kul olmanın lezzetini yaşamaktır. Dünyevi zevkler, yalnızca Allah’tan gelen birer nimettir. Allah dilerse bunları verir, dilerse geri tutar. Müminin bundan dolayı sıkıntı duyması, strese girmesi yakışık almaz. Kalbi, dünyevi maceraların, basit kaçamakların, küçük zevklerin heyecanı ile değil, Allah’ın zikrinin, O’nu bilmenin heyecanı ile doludur. O, olabilecek en büyük nimeti, Allah’ın rızasını kazanmaktadır, dolayısıyla en büyük huzura ve tatmine ulaşmaktadır. Allah, kitabında müminlerin bu vasfını şöyle bildirir:

Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur. (Rad, 28)

- Kabadayılık ruhunu yaşatma çabası

İmanı kalbine yerleştirememiş olan kişi, müminler arasında asla kabul görmeyecek olan delikanlılık ruhunu da ancak küfür arasında yaşatabileceğine, bu ruhu küfürle birlikte paylaşabileceğine kanaat getirir ve küfrün bulunduğu ortamlara meyleder. Geçmiş hayatından üzerinde kalan ve müminlerin arasında onay görmeyeceğini bildiği; kavgacılık, saldırganlık, alaycılık, şiddetten zevk alma gibi ilkel, yabani içgüdülerini bu ortamda tatmin etmeye çalışır. Futbol maçlarına giderek fanatik ve saldırgan tavırlar sergilemek, bağırıp çağırıp kavga çıkarmak, kargaşa ortamlarından hoşlanmak bunun en yaygın örneklerindendir.

Etrafımızdaki cahiliye toplumunu gözlemlediğimizde, bu saldırgan, küstah, vahşi, kaba insan modelinin farklı türlerini rahatlıkla görebiliriz. Kuran da bu insan modelini , “yemin edip duran, aşağılık... hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik...” (Kalem, 10-13) ifadeleriyle tarif eder. Böyle bir karakter yapısını koruyan bir insan, kendisine ne kadar “müslüman” derse desin, sonuçta cahiliye toplumunun bir parçasıdır. Müslümanlığı da, müslümanlığıyla övünmesi de, takım tutma, taraftarlık zihniyetinin bir uzantısından başka birşey değildir. Bu nedenle, müminlerle değil, inkarcılarla, kendisiyle aynı ruhu paylaşanlarla birlikte olmaya eğilim göstermesi son derece normaldir.

Buraya kadar maddeler halinde sıraladığımız nefsani eğilimlerin kaynağı, konunun başında da vurguladığımız gibi, insanın iman etmeden önce sahip olduğu ve tam anlamıyla yokedemediği cahiliye kırıntılarının tekrar su yüzüne çıkmasıdır. Böyle bir duruma düşmemek için nefste cahiliyeden kalan bütün küfür ve şirk tohumlarının kökünden temizlenmesi, sökülüp atılması gereklidir. Allah Kuran’da, insanları denemek için nefse fücurunu ilham ettiğini bildirmiştir. O halde nefste yaratılıştan bir takım pisliklerin bulunması doğaldır. Önemli olan kararlı bir mücadeleyle nefsi bu pisliklerden temizleyip arındırarak Allah’ın sınırlarına mutlak bir bağlılık göstermektir. Aksi takdirde, “Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. Hayır; gerçekten onlar, Rablerinden perdelenerek-yoksun tutulmuşlardır. Sonra onlar, kuşkusuz cehenneme yollanacaklardır” (Mutaffifin; 14-16)ayetlerinde belirlenen kişilerden olmak hiç de uzak bir durum değildir.

Bu pislikleri kökünden temizlemeden geçici yöntemlerle örterek bilinçaltına sıkıştırmak, bunları görmezlikten gelmek ya da dışa vuran belirtilerini gidermeye çalışmak asla kesin bir çözüm değildir. Çünkü bilinçaltına, kalbin derinliklerine gömülen bu pislikler zamanla birikip eninde sonunda patlama şeklinde dışarı taşacaktır. İnsan bunları gizlemeye çalışmakla yalnızca kendini aldatır, çünkü “Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir”. (Ali İmran, 119) Ve Allah “sinelerin özünde saklı duran” bu pislikleri mutlaka ortaya çıkaracaktır. Bunların ahirette ortaya çıkması ise insan için en korkunç olanıdır. Bir ayette bu olay şöyle tarif edilir:

Yine de bilmeyecek mi? Kabirlerde olanların ‘deşilip dışa atıldığı,’ Göğüslerde olanların derlenip bir araya getirileceği zamanı? Şüphesiz, o gün Rableri, kendilerinden gerçekten haberdardır. (Adiyat; 9-11)

Buraya kadar saydığımız türden kişiler, Kuran’da tarif edilen “kesin bilgiyle iman etmiş” mümin modelinden oldukça uzak bir yapı gösterirler. Bunların imanı da, müminlere sempati duyma, onları kalben destekleme, İslam’ı güzel bir ahlak sistemi olarak görme şeklindedir. Bu insanlar, her ne kadar kendilerini mümin olarak tanımlamak isteseler de gerçek müminler gibi imani derinliği tam olarak elde edememişlerdir. Allah’la yakınlığı gerektiği gibi kuramamış ve yüzeysel boyuttan henüz çıkamamış oldukları için, “mümin” değil, ancak belki “müminliğe geçiş aşamasında” sayılabilirler. Kuran bu insanların durumunu şöyle açıklar:

Bedeviler, dedi ki: “İman ettik.” De ki: “Siz iman etmediniz; ancak “İslam (müslüman veya teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Hucurat; 14)

Ancak bu geçiş aşamasının mutlaka bir sonuca varacağının, sürekli bu halde kalınamayacağının da iyi bilinmesi gerekir. Ayrıca bu aşamanın uzaması, kişinin herhangi bir gelişme göstermemesi, halinden memnun olması da aslında bir bakıma bir sonuçtur. Çünkü bu durum, kişinin artık yolunu seçtiğinin ve bu yoldan memnun olduğunun göstergesidir. Bu yolun da Allah’ın gösterdiği yol, müminlerin yolu olmadığı açıktır.

Bütün bunlara karşın, samimi, içi dışı bir, nefsini tanıyan, Allah’a ve Resulü’ne karşı itaatli ve teslimiyetli olan salih bir müminin bilinçaltı diye bir problemi yoktur. O, bu tür zaaflarını kontrol altına almış, içindeki cahiliye kırıntılarını temizlemiş, geriye dönüş gemilerini yakmış, problemlerini halletmiş olan ya da bu yönde kararlı bir gayret gösteren insandır. Kendi kafalarına göre bir mümin modeli oluşturanların, aşağıdaki ayetlerde açık ve net olarak tarif edilenin dışında bir mümin modeli olmadığını iyi bilmeleri gerekmektedir:

Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir. (Hucurat; 15)

Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek mü’minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır. (Enfal; 2-4)

Allah’ın, İmtihan Sırrının Bir Parçası Olarak, Dünyadaki Küfür Ortamında da Nefsin Hoşuna Gidebilecek Bazı Çekici Özellikler Yaratması

Allah müminleri, yarattığı güzelliklerden, zenginlikten, bolluktan, ihtişamdan zevk alacak bir biçimde yaratmıştır. Bu güzelliklerden, bu nimetlerden zevk almak, estetik ve kalite duygularına sahip olmak gerçekte bir mümin göstergesidir. Nitekim cennet de müminlerin bu yapılarına uygun, bu zevk ve ihtiyaçlarına hitab edecek bir üstünlük ve mükemmellikte yaratılmıştır: “Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.” (İnsan; 20)

İman edenler, dünyada da cennetin bir numunesi şeklinde olan bu güzellikleri ve nimetleri arar, onlardan—Allah’ın sınırları dahilinde—en üst düzeyde istifade edip zevk alırlar.

Dünya hayatının çeşitli güzelliklerinin insanlar için çekici kılındığı Kuran’da da belirtilir. Bu konuyla ilgili ayetlerden birisi şöyledir:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. (Al-i İmran; 14)

Ayette sayılan nimetlere, müminlerin veya küfrün sahip olması, bunların nefse çekici gelmesi açısından bir değişiklik yapmaz. Bir müminin bu güzelliklere rastladığında bunlardan hoşlanması doğaldır. Bu özellikler ve imkanlar müminlerde olduğu gibi, aynı şekilde inkarcıların elinde de bulunabilir.

Ancak, nefsin bunlardan hoşlanmasının doğal ve meşru olması, Allah’ın Kuran’da çizdiği sınırları aşmayı asla meşru kılmaz. Küfürle birlikte olmayı istemek ise, Allah’ın sınırlarını aşmak anlamına gelir. Bu nedenle, mümin, bir ortamdaki teknik güzelliklerden hoşlansa bile, bu ortam küfrün hakim olduğu bir ortamsa, oradan uzak durur.

Bir ortamda bulunan çeşitli zevkleri tadabilmek amacıyla küfürle birarada olmak istemenin Kuran’a göre hiçbir geçerli tarafı yoktur. Sonuçta, üstteki ayette dendiği gibi, tüm bunlar yalnızca dünya hayatının metaıdır ve asıl varılacak güzel yer olan cennet, Allah katındadır. Mümin, herşeyden önce cenneti ve daha da ötesi Allah’ın rızasını kazanmak istediği için, gerektiğinde “dünyanın geçici metaı”ndan uzak durmayı da bilir.

Ayrıca, unutulmaması gereken bir diğer nokta, bu tür nimetlerden alınan zevkin yalnızca Allah’ın bazı sıfatlarının bir yansıması olan estetik, güzellik ve kalite kavramlarından kaynaklandığıdır. Yoksa hoşa giden şey, bunlara sahip olan, bu mekanları hazırlayan inkarcıların bizzat kendileri değildir.

Burada çok ince bir sınır vardır. Burası dünya ortamı olduğu için cennete ve cehenneme ait birçok özellik ve kavram yanyana hatta kimi zaman içiçe bulunmaktadır. Örneğin, cennet gibi göz kamaştırıcı bir ortamda, cennet giysilerini andıran süslü ve gösterişli elbiseleri üzerinde taşıyan kimseler, çoğu zaman, Allah’ın Kuran’da pislik olarak nitelendirdiği, cehennem ehli inkarcılar olabilmektedir. Yalnızca dış görünümünü güzelleştirip, iç dünyasını pisliğe batıran insanlarla beraber olmak ise, samimi bir müminin ruhunu karartır, kalbine sıkıntı ve kasvet verir.

İşte, gerçek bir mümin böyle bir ortamı değerlendirirken güzellikle pisliği birbiriden çok iyi ayırdeder ve küfre bu güzellikten ve zenginlikten en ufak bir pay ayırmaz. Bu iki zıt tarafı birbirine karıştıran kişi ise, zamanla bizzat küfrün kendisinden hoşlanma, onlarla birlikte olmaktan zevk alma, onlara karşı bilinçaltında sevgi besleme, hayran olup özenme gibi sapkın bir boyutun içine yuvarlanır.

İnkarcılardaki ve Küfür Ortamındaki Bazı Özelliklerden Dolayı Onlara Özenme ve Hayranlık Duyma

İnsanı küfür ortamının içine iten unsurlardan birisi de küfrün zenginlik, güzellik, mevki, şöhret, itibar, karizma gibi bazı özelliklerinden etkilenmektir. Gece hayatı, sosyete, eğlence dünyası gibi kavramların medya kanalı ile, insanlara olduğundan çok daha süslü gösterilmesi de nefsin bu zaaflarını fazlasıyla körükler.

Az önce de vurgulamıştık; nefsin güzellikten, zenginlikten, ihtişamdan zevk alması ile, nefsin bu güzellik ve zenginliğe sahip olan inkarcılara karşı hayranlık beslemesi, onlardan etkilenmesi, ilk bakışta birbirlerine benzer görünseler de, son derece farklı iki şeydir! İlki, her ne kadar küfür ortamına girmek için bir gerekçe oluşturmasa da, meşru bir durumdur. Oysa ikinci durum, böyle bir kişinin ya hiç imanı olmadığını ya da imanının son derece yüzeysel ve zayıf olduğunu, olayları son derece “zahiri” (yüzeysel) bir bakış açısıyla değerlendirdiğini gösterir. Bu dünyada her neye sahip olursa olsun ahirette “çılgınca yanan ateşin arkadaşı” olacak inkarcılara özenen bir kişinin, ahirete iman yönünde problemleri olduğu, ahireti kendisinden oldukça uzak gördüğü açıktır.

Halbuki gerçek bir mümin için küfre, ondaki herhangi bir özellikten dolayı hayranlık duymak, ondan etkilenmek gibi bir durum söz konusu değildir. Mümin bilir ki; küfrün elindeki bir takım imkanlar, onları denemek için Allah tarafından kasıtlı olarak yaratılmıştır. Küfrün kendisinde ise gerçekte özenilecek hiçbir şey yoktur. Küfürden yalnızca ibret alınır. Allah, bazı imkan ve nimetleri, inkarcılara, yalnızca onların azgınlıklarının ve azaplarının artması için vermektedir ve onların ahiretten de hiçbir nasipleri yoktur. Kuran, müminin inkarcılara karşı hiç bir imrenme, özenme duygusu hissetmemesi gerektiğini sık sık vurgular:

Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe; 55)

Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger. (Hicr; 88)

Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.(Taha; 131)

İnkar edenlerin ülke ülke dönüp-dolaşmaları seni aldatmasın. Az bir yarardır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o! (Al-i İmran; 196,197)

... Öyleyse, onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir. (Fatır; 8)

Mümin, küfrün bir kısmında bulunan süslü, cazip, çekici görüntülerin rastgele, tesadüfen, amaçsız olarak yaratılmadığını bilir. Bilir ki izzet ve şeref yalnızca Allah’ındır. Bütün güzellikler, zenginlikler, varolan herşey tamamen Allah’a aittir; Allah’ın Gani ve Cemal sıfatlarının tecellileridir. Bu yüzden küfürde bir güç ve üstünlük görmek ve bundan dolayı küfre yakınlaşmaya çalışmak, müminlerin değil, ancak mümin taklidi yapan münafıkların bir özelliğidir. Nitekim Kuran münafıklardan söz ederken şöyle der:

Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost edinirler, kuvvet ve onuru onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz bütün kuvvet ve onur Allah’ındır. (Nisa; 139)

Bir Takım Duygusal ve Romantik Sebeplerden Ötürü Küfre Karşı Sevgi Besleme

Bu konuyu incelemeden önce sevgi kavramına açıklık getirmekte fayda var.

Sevginin aslında iki farklı türü vardır. Birincisi müminlere has olan bir sevgidir. Kuran, bunu, “iman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır” (Meryem; 96) ayetiyle açıklar. Bu sevgi, temelde Allah sevgisidir. Mümin, kendisini yaratan ve sonsuz nimetler veren Allah’ı herşeyden daha çok sever. Bu sevginin dışa yansıması ise, Allah sevgisinden kaynaklanan ve Allah’ın sevdiği, kendisinden hoşnut olduğu kimselere karşı duyulan sevgidir. Bu kimseler de, başta Allah’ın elçisi olmak üzere yalnızca müminlerdir. Müminlere karşı duyulan bu sevginin kaynağı, onların Allah’ın dostu ve sevdikleri olmaları, Allah’ın da onları sevmesi ve sayısız sıfatlarıyla en yoğun olarak onların üzerinde tecelli etmesidir. Yoksa bir mümine karşı bile, ona Allah’tan bağımsız bir varlık gözüyle bakıp müstakil bir şahsiyet vererek sevgi beslenemez.

Sevginin ikinci türü, müşriklere ve inkarcılara özgüdür. Bu, Allah’la hiçbir bağlantı kurulmadan, doğrudan nefsinin bencil duygularını tatmin etmek amacıyla kalpte beslenen ve duygusal bağlılık şeklinde gelişen bir sevgi çeşididir. Allah’tan bağımsız bir şekilde, içinde Allah’ın rızası, mümin özellikleri kıstas alınmadan kurulan böyle bir duygusal bağlılığın, Allah’tan başka bir ilah edinmek anlamına geldiği ise Kuran’da açıkça belirtilmiştir:

İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara; 165)

(İbrahim) Dedi ki: “Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiç bir yardımcınız yoktur.” (Ankebut; 25)

Bu sevginin yöneltildiği kimseler genellikle kişinin ailesi, yakın akrabaları, eski arkadaşları, sır dostları, sevgilisi gibi kişilerdir. Bu, kesinlikle imani bir temeli olmayan, yalnızca nefsin içindeki romantizm eğilimlerini tatmin etmeyi hedefleyen bir sevgi türüdür. Yukardaki ayetlerde de tarif edildiği gibi, cahiliye toplumundaki sevgi anlayışı tamamen bu şekildedir.

Bir insan cahiliye toplumunu terkedip, iman ettiği anda,Bu pislikleri kökünden temizlemeden geçici yöntemlerle örterek bilinçaltına sıkıştırmak, bunları görmezlikten gelmek ya da dışa vuran belirtilerini gidermeye çalışmak asla kesin bir çözüm değildir. Çünkü bilinçaltına, kalbin derinliklerine gömülen bu pislikler zamanla birikip eninde sonunda patlama şeklinde dışarı taşacaktır. İnsan bunları gizlemeye çalışmakla yalnızca kendini aldatır, çünkü “Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.” bu sevgi anlayışını da geride bırakır. O, artık, insanları eskiden olduğu gibi, çıkarlarına ya da tutkularına göre değil, Allah için sevmekle yükümlüdür. Ancak, iman ettikten sonra kalbinde imanın lezzeti tam olarak yerleşmemiş, Allah’ı ve müminleri gereği gibi takdir edip tüm sevgi anlayışını buna göre yönlendirememiş olanlar, kalplerindeki boşluğu geçmiş hayatlarından kalan duygusal kırıntıları canlandırarak doldurmak isterler.

Bu nedenle, şu kesin bir gerçektir; kişinin inkarcılara ya da müminlere sevgi duyması, onun küfre ya da imana olan yakınlığının kesin bir ölçüsüdür. Bu, Kuran’da çok açık bir biçimde vurgulanır. Bir ayette, müminlerin küfre olan bakış açıları şöyle anlatılır:

Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. (Mücadele; 22)

Bir diğer ayette ise, “Ey iman edenler, müminleri bırakıp kafirleri veliler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nisa; 144) denmektedir. Bu nedenle, müminin küfre sevgi beslemesi, inkarcılarla samimi bir dostluk ve yakınlık kurması, hiç bir zaman kabul edilemez. Bunu yapan kişi, onlardan biri olmayı ve onlarla aynı akıbete uğramayı kabul ediyor demektir. Bu gerçek,“... zulmedenlere eğilim göstermeyin yoksa ateş size dokunur...” (Hud; 113)ayetiyle açık bir biçimde bildirilmektedir.

Bütün bunlardan dolayı bir müminin bilinçli olarak inkar eden bir kişi veya bir toplulukla arasında bir sevgi bağı oluşturması ya da geçmiş hayatından kalmış bağları devam ettirmesi düşünülemez. Ancak gafletten ya da bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir hata sözkonusu olabilir. Bu durumda da, aşağıdaki ayet, gerçekten iman etmiş bir insanın gafletini gidermek için yeterli olmalıdır:

Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hala sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine; 1)

Müminlerin Bulunduğu Ortamdan Rahatsız Olma

Nefsinin arzularına uyan bir kimse Allah’ın emirlerinden önce nefsinin isteklerini yerine getirmeye çalışacaktır. Ancak nefsinin emirlerini müminlerin bulunduğu bir ortamda yerine getirmesi, müminlerin tepki, müdahele ve uyarılarına sebep olacağı için bu ortamda bunu başaramaz. Örneğin nefsi ona kibir ve enaniyet yapmayı, gösterişi, kendini başkalarından üstün görmeyi, itaatsizliği emreder. Müminler ise ona tevazulu ve asil olmayı, Allah’a karşı boyun eğici olmayı öğütlerler.

Nefsi ona Allah’ın sınırlarını gözetmemeyi, canının istediği gibi davranmayı, gevşekliği, itidalsizliği, sorumluluktan, fedakarlıktan, infaktan, Allah yolunda çile ve sıkıntıya katlanmaktan kaçınmayı telkin eder. Bunlar imanı tam olarak oturmamış birinin nefsinin son derece ağırına giden şeylerdir.

Bunun yanısıra, hareketlerinin sürekli göz önünde olduğunun ve yanlış bir hareket yaptığında ikaz edileceğinin farkındadır. Bu yüzden müminlerin arasında nefsinin emrettiği gibi rahat ve pervasız bir şekilde hareket edemez. Ederse de bu durum hemen dikkat çeker. Hataları, eksikleri, davranış bozuklukları hemen tesbit edilip eleştirilir, uyarılır. Bu da müminler için büyük bir rahmet ve nimet olan Allah’ın beğendiği ve övdüğü bir ortamdır:

Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz. (Al-i İmran; 110)

Müminlerin bulunduğu bir ortamda kimsenin üste çıkmasına izin verilmez, kimsenin rızası gözetilmez, idare edilmez. Zira aksi bir davranış hem karşı tarafın ahiretini tehlikeye atmak hem de müminlerin arasında küfrün tecellilerini barındırmak anlamına gelecektir...

Bu yüzden kişinin kalbini kırmamak, onu gücendirmemek için onun Kuran dışı tavır ve davranışlarına göz yummak, ilahi değil ancak şeytani bir merhamet çeşidi olur. Şeytani merhamet de yalnızca küfre özgü romantik zihniyetin bir ürünüdür. Müminlerin ortamı ise son derece akılcı ve gerçekçidir. İşte böyle bir ortamda, yeterli imani derinliği sağlayamamış, Allah ile gerekli yakınlığı kuramamış, enaniyetini terkedememiş kişilerin nefisleri vicdanlarına baskın gelerek onları bu ortamdan koparıp başlarına buyruk hareket etmeye zorlar.

Tercihini nefsinin rahatı, menfaati yönünde kullanan bir kimse de, nefsi kimseye hesap vermek istemediği, herkesten bağımsız, başıboş ve kontrolsüz kalmak istediği için dışarıyı, küfür ortamını bir kaçış, bir rahatlama ortamı olarak görmeye başlar. Böyle bir kişide zamanla, ister istemez müminlere karşı bir yabancılık ve uzaklık oluşur.

Mümin cemaati içerisinde Allah’ın ve dinin menfaatleri her zaman en ön planda tutulur. Şahısların menfaatleri ise sonradan gelir. Zaten samimi ve ihlaslı müminlerin hepsi de Allah yolunda canlarını ve mallarını satmış, yalnızca ahiret yurdunu arayan kişilerdir. Bu nedenle “Allah’ın esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü emreden” nefsleriyle ilgili önemli bir problemleri yoktur. Olsa bile buna karşı diğer müminlerden gelecek öğüt ve uyarıları bir rahmet, hidayet ve pislikten arınma olarak görürler. Kardeşlerine olan sevgi ve bağlılıkları artar.

Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!.. (Nisa; 115)